Can I have your MP3 player when you are dead?
The Killing of a Sacred Deer, Lanthimos’un Amerika’da çektiği ilk film. Önceki filmlerinden Alps, Kinetta, Dogtooth ve The Lobster’ı izlemiştim. Beni etkileyenler Dogtooth ve The Lobster olmuştu.
Dogtooth’da, çocuklarını toplumdan izole bir biçimde yalanlarla yetiştiren tuhaf bir aile konusu işlenirken, The Lobster’da, bekar insanların 45 gün içinde bir partner bulmaları gerekliliği üzerine ve şayet bulamazlarsa bir hayvana dönüşecekleri gibi distopik bir konu filme alınmıştı. Her iki film de Oscar’a aday olmuştu.
The Killing of a Sacred Deer ismiyle bir Yunan trajedisi üzerine kurulmuş. Bu hikayeyi kısaca hatırlatmak gerekirse;
Homeros’un efsane yapıtı İlyada’da Agamemnon Artemis için kutsal olan bir koruda kazayla bir geyik öldürür. Artemis de onu cezalandırmak için rüzgara müdahele ederek, onun savaş gemilerinin Truva’ya gitmek için yola çıkmasını engeller. Gelecekten haber veren kahin Calchas, bunu düzeltmek ve Artemis’i memnun etmek için en büyük kızı İphigenia’yı kurban etmesi gerektiğini söyler. O da eder ve yola çıkar. Modern toplumumuzda kulağımıza korkunç gelen bu durum tabi ki cezasız kalmayacaktır. Çünkü Klasik Yunan Mitolojisinde ve kültüründe aile çok kutsaldır ve zincirleme intikamlarla ve cezalandırmalarla arkası gelir.
Bu kısım her ne kadar filmin ismini açıklıyor gibi dursa da, filmin tamamına etki eder düzeyde. Bu son cümlemle fazla bile söylemiş oldum. Biraz konu:
Her ikisi de doktor olan Anna (Nicole Kidman) ve Steven (Colin Farrel) Murphy’nin mutlu bir evliliği ve iki çocuğu vardır. Bir kaç sene önce Steven alkollü girdiği bir ameliyatta Martin’in babasının ölümüne sebep olmuştur. O günden sonra 17 yaşındaki bu çocukla özel olarak ilgilenmeye başlayan Steven’ın huzuru yardım ettiği bu çocuk sinsileştikçe kaçacaktır.
Hani kötü bir rüya görürsünüz, rüya olduğunu bilirsiniz ama uyanmazsınız belki de bunu istemezsiniz ve daha ne olacak diye beklersiniz ya, işte film tam olarak bana bunu hissettridi. Ah o müzikleri yok mu, müzik demiyim hayır daha çok efektti ve önemli sahnelerde ortaya çıkıyordu. Sinemanın büyülü dünyası bu işte uzun zamandır beklediğim bir filmdi ve filmin gerçekliği içine hapsoldum. Bu şu demek, olan hiç bir şey pek mantıklı olmasa da biz (Biril ve ben) o dünyaya pek rahatlıkla girdik ve gözlerimizi kırpmadan izledik.
Tabi hatırlatmam gerek, bu film anaakım izleyicisi için değil. Bir yığın laf edip çıkabilirler.
Hatırlatma; Filmin neden böyle bir konusu olduğu hakkında ve cevapsız kalmış sorular için bakınız Homeros-İlyada. Son sahne için, kullanınız hayal gücü.




