Never give all the heart, for love.
W.B. Yeats
Yaşadığımız olayların ağırlığı mı maneviyatımızı güçlendiriyor? Yoksa içimizdeki bilinmeyene inanma isteği mi bizi ilahiyata yaklaştırıyor? Korkuyor muyuz, seviyor muyuz peki? Ya da korktuğumuz için mi inanıyoruz çoğu zaman?
Corinne ailevi problemlerinden uzaklaşmak için küçük yaşta hamile kalıp evlenerek başka bir hayata geçmiştir. Eşi okulun rock grubundadır ve bir turne sırasında bir kaza geçirirler bu arada mucizevi bir biçimde çocukları kurtulur. Bunu Tanrı’nın işi olarak görüp muhafazakar bir kiliseye dahil olurlar. Film boyunca Corinne’nin çevresinde gelişen olaylara ve inancının sarsılışına şahit oluruz. Evet öyle söyledim. Klasik sonunda doğru yolu buldum bak bir film değil bu. Tabi çok da kapalı bize göre bir kere bilmediğimiz bir dünya (sanki bu topraklardakini çok biliyormuşum gibi), bilmediğimiz bir din ama gözü kapatıp ne olursa olsun sorgulamadan inan kısmı her dinde olduğu gibi tutuyor. Yani bundaki Jesus’u değiştirsen her dinin yobazlığına uydurulur.
Corinne sorguluyor dedim, inanmakla inanmamak arasında kalıyor ve öyle bir kalıyor ki o inançla örtüşen her şeyi hayatından çıkarıyor. Böylece özgürleşiyor.
Ben de izlerken düşündüm, o sorgulamaları daha ortaokulda yapan biri olarak, herkesin er ya da geç bu yoldan geçmesi gerektiğine kanaat getirdim. Şayet ortada sorgusuz bir kabul varsa, birgün sorgulanırken yıkılır. Elbet birgün sorgulanacaktır, her ne kadar insanların önünü kapatıp düşünmelerini engelleselerde bir gün biri çıkıp doğru düğmeye basacaktır. Ne kadar az sorgusuz kabullenme o kadar çok çabuk uzaklaşmayı getirir, unutmayalım. Ve bu bütün inanç sistemleri için geçerlidir.




