Ne korkutur sizi?
Hatırlayabildiğiniz ilk korkunuz ne zamandı?
Korkularınızla yüzleşmeye hazır mısınız?
Dread, Clive Barker’ın kısa hikayesinden filme alınmış ve yukarıdaki soruların cevaplarını arayan bir psikolojik korku filmi.
Son dönem yükselişe geçen kanlı (gore) filmseverlerin bu sebepten dolayı dikkatini çekmeyecek bir film. Hatta sevmeyeceklerini bile düşünüyorum. Aslında Dread gerçekten bizi neyin korkuttuğunu anlamak için, kendimizdeki korkunun kaynağını bulmak için iyi bir seçim. Benim dikkatimi çekme sebebine gelince, bu filmle birlikte kendimin başlı başına bir travma olduğunu anladım.
Konusuna gelecek olursam, bir grup üniversite öğrencisi (Quaid, Stephen, Cherly) korkular üzerine bir araştırma yapmaya karar verirler. Bu amaçla insanlara hatırladıkları ilk korkularını sorarlar. Fikir babası Quaid’dir ki kendisinin anne ve babası o 6 yaşındayken gözlerinin önünde baltalı bir katil tarafından hunharca öldürülmüştür. Film daha çok Quaid ve Stephen’ın ilişkileri üzerine odaklı ilerlerken, geri planda Quaid’in araştırmayı bir adım ileri taşımasıyla yön değiştirir. Quaid insanları korkularıyla yüzleştirir.
Cheryl ilk kurbandır, çocukken babası yüzünden çiğ etten nefret etmiştir ve Quaid tarafından bir odaya kapatılarak günlerce o çiğ eti yiyene kadar bekletilir.
Stephen kardeşi trafik kazasında öldüğü için sürattan korkmaktadır, Quaid ona da bunu yaşatır.
Asıl önemli karakter filmde bile saklanmaya çalışan Abby’dir. Onunki bir korkudan ziyade kendinden kaçmadır. Doğuştan sahip olduğu ve vücudunun büyük bir bölümünü kaplayan doğum lekesi yüzünden aynaya bile bakamamaktadır Abby. 5 yaşında kreşe başladığında ilk kez bir çocuk ona neyi oldugunu sorduğunda normal olmadığını farketmiştir. Ve en zor olan her bir yeni insanla tanıştığında o 5 yaşındaki haline dönmektedir.
Quaid’in onu yüzleştirmesi çıplak görüntülerini her yerde yayınlamak suretiyle olur. Ama işbu yüzleştirme sonucu Abby kendinden o kadar çok nefret eder ki, acıya meydan okuyarak doğum lekelerini kimyasal çözücüyle çıkarmaya çalışır. Ya da ruhsal acısı o kadar ağırdır ki, fiziksel olanı umursamaz bile. Son anda ölümden kurturulur fakat çok ağır yaralanır.
Beni film boyunca düşündüren Abby’nin hep kendini suçlu hissetmesi oldu. Sanki bu onun suçuymuş gibi.. Ya da ona hep bu hissetirilmiş gibi..
Biraz Abby üzerinden bakacağım.
Bu hayatta böyle insanlar gördüğümde hep onlara özel olduklarını ve bunun onların suçu olmadığını söyledim. Bu insanların hep daha güçlü olduklarını düşündüm. Bunun altında yatan ise, herkesin taşıyabileceği kadar yükü olurmuş inancımdı. Ama bugün ne kadar yanıldığımı anlıyorum. Hep hayalmiş benim düşüncelerim. Ben böyle düşündüm de diğer insanlar böyle miydi peki? Şimdi bugün artık düzeltmeleri yapıyorum. İlgilendiğim kusurlu sayılabilecek çocuklara ne kadar zor bir hayatları olacağını anlatmaya çalışıyorum. Maalesef ki iç güzellik diye birşey bu insanlarda olsa da bir işe yaramayacaktır. Ölmedikleri için şanslı olduklarını bilmeleri yeterlidir diye düşünüyorum.
Ve böyle bir insana yapılabilecek en büyük kötülük, o kusuruyla kimlerin aklında kaldıysa o insanları bulup konuşturup ve bunları paylaşıp onun hayatını karartmak olacaktır. Korku mu istiyorsunuz, alın size korku. Öldürmüyor bu çünkü o kadar değersiz hissettiriyor ki, ölmeye bile layık olamıyorsunuz.
Hatırlayabildiğim ilk korkum 2,5 yaşımdan kalma. O korku o yaşı anlamlandırıyor. O korku o yaştan itibaren gözlerimin açılmasını sağlıyor. O korku o yaştan itibaren hayata farklı bakmamı sağlıyor. Bağırmayayım, ağlamayayım diye susturulunca bana susmayı o korku öğretiyor. Aslında o korku işte beni ben yapıyor.
Hatırlayabildiğim son korkum ise, anlamlandıramadığım bir dünyanın içine çekilmek ve orada yalnız bırakılmak.
Galiba korkularımız bizi biz yapıyor.




